**Dördüncü Çağ, Yıl 845**  

**Eian Rod Kasabası, Mülteci Kampı (Cairhien)**

Gecenin soğuk rüzgarları kampın ince çadırlarının arasından içeriye sızıyordu. Alevler, Sare’nin yüzüne dans eden gölgeler bırakıyor, yorgun ifadesini daha belirgin hale getiriyordu. Aiya, onun önüne dikkatlice birkaç parça ekmek ve salam koydu, ardından sessizce yerine oturdu. Kampta sıkışıp kalmışlardı, dışarı çıkmak yasaktı, elde avuçta para yoktu. Sare, elini uzatıp bir parça ekmek aldı, kısa bir süre sessiz kaldı, ardından derin bir nefesle konuşmaya başladı.

“Sana anlatacağım çok şey var,” dedi yavaşça. Sesinde yaşanmışlıkların yükü vardı. “Eskiden bir çiftliğimiz vardı. Shara dağlarının eteklerinde… Zeytin ağaçları, meyve bahçeleri… Her şeyimiz vardı. Ailemle birlikte mutlu bir yaşam sürüyorduk. Sharada dönen o saçmalıklarla bizim dağ köylülerinin hiçbir alakası yoktu. Ama bir gün her şey altüst oldu.”

Sare, bir an duraksadı, ellerini dizlerine koydu ve gözlerini ateşe dikti. “Babam, her zamanki gibi şehre ürünleri götürüyordu. O yolda Shara-Kuzgun İmparatorluğu arasındaki savaşın izleri vardı. Kaçak askerler ona saldırmış, malları ve cebindeki parayı çalmışlar. Kamyonu da ateşe vermişler.”

Sare, derin bir nefes aldı ve devam etti. “Komşularımız geri dönerken babamı yarı yanmış halde bulmuşlar. Onu orada bıraksalar yaşayamazdı. Vücudunun yarısı yanmıştı, neredeyse tanınmaz haldeydi. Hemen eve haber verdiler. O an tek düşündüğüm şey, babamı hayatta tutmaktı.”

“Rhuidean’ daki hastaneyi duymuştum. Modern tıbbı ve tek gücü birlikte kullanıyorlardı, tedavi etmeyi reddetmezlerdi. Ama o hastaneye gitmek kolay değildi. Normalde traktörle gitmek imkansızdı, babamın daha fazla sarsıntıya dayanamayacağını biliyordum. Bu yüzden komşumuzun arabasını aldım. Babamı arka kısmına yatırdım ve Rhuidean’a doğru yola çıktım.” 

Sare’nin elleri hafifçe titriyordu. “Yolculuk uzun sürecekti, ama köyümüzün arkasındaki dağ yolunu biliyordum. O yolu kullanırsam, yirmi saat sürecek olan yolu on saate indirebilirdim. Tehlikeli bir yoldu; uçurumlar, dar patikalar… Ama başka çarem yoktu.”

Gözlerini bir an kapatıp başını öne eğdi. “O yolu geçmeyi başardık. Fakat dağlar bittiğinde önümüzde çöl vardı. Gece yarısı çölde ilerlerken, yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Babamın arkada uzanışı, inleyişi, göz kapaklarımın ardında ağır bir yük gibiydi. Uyumadan araba kullanmaya devam ettim.”

Sare, o anın zihninde tekrar canlandığını hissediyordu. “Vücudumda garip bir his oluştu. İlk başta anlamadım, ama sonra ateşim yükseldi. Sanki içimden dışarı taşan bir şey vardı. Ellerinle bir şeyi tutmak istersin ama o şey seni yakar ya, işte tam olarak öyleydi. Kontrolümü kaybettim. Direksiyon ellerimde kayıyor, gözlerim kararıyordu. Arabayı kenara çekmeye bile fırsat bulamadan, tekerleklerden biri patladı ve araç kaymaya başladı. Son anda durduk ama iki teker birden parçalandı.”

“Babam hâlâ arka koltukta hareketsizdi. Gözlerim kapanırken onun nefesini dinlemeye çalıştım. Ama o an tek hissettiğim şey, üzerime çöken ateş ve karanlıktı. Orada, çölde kaybolmuş gibiydim. Sonrası bir boşluk.”

Sare, başını eğip ellerini sıkıca birleştirdi. “Bizi çölde Aiel gezginler bulmuş. Babam o zaman çoktan ölmüş. Onu orada bırakmamışlar, cenazesini çölde düzenlemişler. Beni ise bir kapıyol açarak Rhuidean’daki hastaneye götürmüşler. Gözümü orada açtım ama uyanmam birkaç gün sürmüş. Uyandığımda bana her şeyi anlattılar. Babamı kurtaramamışlardı. Geriye hiçbir şey kalmamıştı. Ama bir şey daha öğrendim: Tek gücü kullanmaya muktedir olduğumu söylediler.”

Sare’nin sesi daha kararlı bir tona büründü. “Bu gücün açığa çıkma belirtilerine sahip olan herkes için Kara Kule’den birini çağırıyorlarmış. Benim için de Kara Kule’den bir öğretmen geldi. Bir hafta boyunca onunla çalıştım. Gücü nasıl kontrol edeceğimi, nasıl kullanacağımı öğretti. Gücü kendimi öldürmeden kontrol edebilmeyi öğrendiğimde öğretmenim, eğitimime Kara Kule’de devam ettirmek istedi. Aileme haber vermek ve karar vermek için köye dönmek istedim. İsteğime saygı duydu ve köyüme bir kapıyol açtı.”

“Eve döndüğümde,” Sare devam etti, sesi bir titremeyle, “savaş çiftliğimize kadar ulaşmıştı. Çiftliğimiz yok edilmişti. Annem ve kız kardeşimden geriye hiçbir iz kalmamıştı. Onların mültecilerle Andor’a doğru gittiğini söylediler, ama hâlâ bir iz bulamadım.” Sare’nin gözleri boşluğa daldı, acısını bastırmaya çalışıyordu. Aiya, yanına biraz daha yaklaşıp elini Sare’nin omzuna koydu.

“Buraya sıkışıp kaldık,” diye ekledi Sare, dudaklarını sıkarak. “Beş paramız yok, dışarı çıkmaya izin vermiyorlar ve hâlâ onları bulamadım.”

Aiya, Sare’nin yüzüne baktı. “Onları bulacağız,” dedi yavaşça. “Ama önce burada hayatta kalmamız gerekiyor.” Gözlerinde bir güven ve azim vardı. “Ben seninleyim. Yalnız değilsin.”

Ateşin çıtırtıları arasında sessizlik yeniden kampı sardı. Aiya, Sare’nin gözlerine dikkatle bakıyordu. Onun yanında olduğunu hissettirmesi yetiyordu. Sare’nin içindeki o büyük gücün farkında olan Aiya, bu gücün Sare’nin kaderini nasıl değiştireceğini bilmiyordu, ama artık ikisi de yalnız değildi.

Rhuidean’daki mülteci kampı, gündüzün sıcağıyla kavrulurken geceleri karanlığın huzur verici sessizliğiyle doluyordu. Kampın kenarlarında, gizli pazarlıklar ve çalıntı malların sessizce el değiştirdiği yerler vardı. Sare ve Aiya, haftalardır bu kampın içinde hayatta kalmanın yollarını bulmaya çalışıyordu, ama bu sefer işler farklıydı. Yönetici yemekhanesinden çaldıkları bir koli havyar konservesi çok değerliydi ve birkaç haftalık yemekle takas edebileceklerini umuyorlardı.

Bir kenarda, buluşacakları kişiyle sessizce bekliyorlardı. Alıcı olduğuna inandıkları kişi, sıradan bir kamp sakini gibi basit giysiler içinde yaklaşıyordu. Ancak Sare’nin içindeki huzursuzluk büyüyordu. Tek gücünü hissetmeye başlıyordu, ama onu nasıl kontrol edeceğini henüz bilmiyordu.

Adam, onların yanına geldiğinde yüzünde bir gülümseme vardı. “Ne getirdiniz bakalım?” dedi. Aiya, çantayı açarak içindeki havyar konservesini gösterdi. Adam bir an duraksadı, sonra bakışları sertleşti.

“Artık yeter. Bu iş burada bitiyor,” dedi soğuk bir sesle. Etraflarından bir anda güvenlik görevlileri çıkıverdi. Adam, bir güvenlik elemanıydı ve onları tuzağa düşürmüştü.

Sare’nin kalbi hızla çarpmaya başladı. İçindeki güç, her zamanki gibi kıpırdanıyor, ama ona ulaşmak zor geliyordu. Yine de başka seçenek yoktu. Derin bir nefes alarak odaklandı ve çevresindeki hava birden patladı. Güvenlik görevlileri geri çekildi, bu kısa anı fırsat bilen Sare, Aiya’ya fısıldadı: “Kaç!”

Aiya hemen hareket etti ve kalabalığın arasında kayboldu. Ancak Sare, gücünü kullanmanın bedelini hissetmeye başlamıştı. Enerjisi tükenmişti ve daha fazla karşı koyamayacak durumdaydı. Bir güvenlik görevlisi hızla yanına gelip kolunu yakaladı.

“Buradan kaçamazsın,” diye fısıldadı görevli. Sare, gücünü hissetmeye çalıştı, ama her geçen saniye bu daha da zorlaşıyordu.

Sare nezarethaneye götürüldüğünde, hücrenin soğuk duvarları arasında yalnız kaldı. Üç adet hücre vardı ama Sare’nin olduğu hücre dışındakiler boştu. Görevli kapıyı kilitlemeden önce son bir kez arkasını dönüp soğuk bir sesle konuştu: “Gardiyan etkisi altındasın. Burada ne yaparsan yap, tek gücü kullanamazsın.”

Sare, görevlinin ne demek istediğini anlamamıştı. Tek güçle ilgili çoğu şeye yabancıydı. Eskiden köyde kimde tek güç ile ilgili bir belirti görülürse hemen Ayyadlara haber verilirdi. Onlar gelir, belirti gösteren kişileri alır giderdi. Bu kişilerden bir daha haber alınamazdı. 

Nezarethanede, Far Madding’de kullanılan “Gardiyan” cihazından esinlenerek geliştirilmiş bir Gardiyan cihazı vardı. Bu cihaz, belirli bir alanda tek güç kullanımını tamamen engelleyen bir baloncuk oluşturuyordu. Ancak bu baloncuğun büyüklüğü, cihaza verilen elektrik gücüne bağlıydı. Küçük yerleşim yerlerinde taşınabilir ve az enerjiyle çalışan cihazlar kullanılırken, büyük şehirlerde tüm şehri kapsayan devasa versiyonları da bulunuyordu. Kuzgun İmparatorluğu’nda icat edilen bu cihazlar, son elli yılda Andor İmparatorluğu’nda da yaygınlaşmıştı.

Bu küçük nezarethanede kullanılan taşınabilir bir Gardiyan cihazı bile Sare’nin tek güçle bağlantısını tamamen koparmaya yetmişti. Yine de gücü hissediyordu; parmaklarının ucunda gibi, sanki ona ulaşabileceğini sanıyordu, ama arada bir sis perdesi vardı. Ne kadar çabalasa da, gücü ona her zaman uzak bir noktada kalıyordu. Elini uzatıyor ama tutamıyordu. 

Görevli uzaklaştıktan sonra Sare, karanlık hücresinde sessiz kaldı. İçindeki güç, bir süre daha titrek bir varlık olarak hissetti ama Gardiyan’ın etkisi onu giderek daha da erişilmez kılıyordu. Sare, saidine ulaşamamasının sebebini yorgunluğuna ve acemi oluşuna bağlamıştı. Burada, bir hafta boyunca mahkemeyi beklemek zorundaydı. Tek avuntusu Aiya’nın kaçabilmiş olmasıydı, ama bu yalnızca geçici bir rahatlıktı.

Zaman ağır ve yavaş akıyordu, Sare ise gücün ulaşılmazlığıyla bir başına bırakılmıştı.

Sare hücrede geçirdiği ilk günün sonunda, aç kalmadığını fark etti. Nezarethanedeki koşullar en azından yaşanabilir düzeydeydi. Temiz suyu vardı ve günde üç kez, fazla olmasa da yemek getiriliyordu. Ancak fiziksel ihtiyaçlarının karşılanması, zihnindeki karanlık fırtınayı dindirmeye yetmiyordu. Her şey ona ağır bir boşluk gibi geliyordu.

Zihnini sakinleştirmek için Rhuidean’daki öğretmeninden aldığı eğitimi hatırlamaya çalıştı. O zamanlar, tek gücü kontrol edebilmek için disipline girmesi gerektiğini öğrenmişti. Şimdi bu disiplini burada, soğuk hücrede kullanmanın zamanıydı. Yatağının üzerine bağdaş kurarak oturdu, gözlerini kapattı ve derin nefesler aldı. Kendisini güce bağlamak için odaklanmaya çalıştı.

Ama aklını boşaltmak düşündüğünden çok daha zordu. Ne kadar denese de zihninde beliren görüntüler, huzur bulmasına engel oluyordu. Bir an için annesinin yüzü gözlerinin önünde belirdi; kardeşinin gülüşü kulaklarında yankılandı. İçinde yükselen öfke, onu dengesinden ediyordu. Kayıplarının belirsizliği onu kemiriyordu ve bu his zihninden çıkmak bilmiyordu.

Sare’nin sinirleri geriliyordu. Meditasyon yapmak için oturmuştu, ama huzur bulmak yerine geçmişin hayaletleriyle boğuşuyordu. Zihnini boşaltmak ve saidini kavramak bir yana, içindeki öfke gittikçe artıyordu. Tekrar derin bir nefes aldı, ama huzuru yakalayamıyordu.

Nezarethane, mülteci kampının geri kalanı gibi kameralarla donatılmıştı. Ancak nezarethanedeki kameralar daha sıkı kontrol altındaydı. Güvenlik görevlilerinin kafeteryasının bir duvarı, yirmiden fazla monitörden oluşuyordu; her bir monitör, kampın ve nezarethanenin farklı köşelerinden gelen görüntüleri yansıtıyordu. Sare’nin bulunduğu hücreye bakan kamera ise sol alttaki ikinci monitördeydi. Durgun bir şekilde devam eden görüntüde, Sare’nin hücrede meditasyon yapmaya çalıştığı görülebiliyordu.

Yemekhanedeki güvenlik görevlileri arasında kalabalık bir tezahürat vardı. İri bir güvenlik görevlisi arkadaşı ile bilek güreşi yapıyordu ve çevresindekiler onu cesaretlendiriyordu. Ancak o kalabalığın içinde, monitörlerden birine dikkatle bakan tek bir kişi vardı: Sumra.

Sumra, yüzünde her zamanki şakacı ve vurdumduymaz ifadesiyle bilek güreşini izlemeye katılıyor, bir yandan da diğer görevlilerle şakalaşıyordu. Ancak baktığını fark ettirmeden hiçbir şeyi kaçırmıyordu. Bir gözü sürekli sol alttaki ikinci monitördeydi. Kimse fark etmese de, Sare’nin bulunduğu hücreyi izliyordu. Yavaş yavaş ilerleyen görüntülerde Sumra’nın dikkatini çeken bir şey vardı, ama bu dikkatini açıkça belli etmemek konusunda yetenekliydi. Güvenlik görevlilerinin bağırışları arasında bile, Sare’nin bulunduğu monitörü dikkatle izlemeye devam ediyordu.

Sumra’nın kafasında onu rahatsız eden bir his vardı. Yüzüğü taktığı 16 yıldır ilk defa yüzükte bir titreşim, bir gariplik vardı. Niye olduğunu anlamasa bile her zamanki gibi tetikte durmaya devam etti.

Nezarethanenin girişinde, odaların elektronik kilitlerinin kontrol edildiği gözlem odası, kafeteryaya bakan kurşun ve ses geçirmez bir camla kaplıydı. Gözlem odasındaki görevli, kafeteryadaki bilek güreşinin gürültüsünü duymuyordu ama hareketliliği fark etmişti. Camın arkasından izlediği sahne dikkatini çekmişti; kenarda sohbet eden Aiel dikkatini çekmişti. Görevli, yanında oturan amirine dönerek sordu:

“Şu Aiel kim? Daha önce hiç görmemiştim.”

Amiri, bir süre düşündükten sonra başını salladı ve açıklamaya başladı:

“O, Sumra. Aiel muhafızlarından biri. Acemiliğimde bir görevinde yedek olarak görev yapıyordum, Vali ve üç yardımcısını yolsuzluktan tutuklamıştı. Muhafızlar sık görülmez, ama onların varlığı her zaman dikkat çeker. Sumra’nın ailesi, Perrin Aybara’nın dostu Gaul’a kadar dayanıyor. Yönlendirme gücü yok, ama onun da bir önemi yok çünkü Sumra, Tilki Yüzüğü takan yüz muhafızlardan biri. Bu yüzük, Andor’un ilk imparatoriçesi Elayne Trakand tarafından yapılan  Ter’angreal’dan biri. Bu yüzük, taşıyanı tek gücün tüm etkilerinden tamamen koruyor. Mat Cauthon’un madalyonundan esinlenerek yapılmış, son derece nadir bir nesne. Tilki Yüzüklerini sadece en ağır eğitimleri geçen Aiel muhafızlarına verirler.”

Görevli, şaşkın bir şekilde camın arkasından Sumra’yı izlerken, amir devam etti:

“Bu yüzükleri taşımaya hak kazanan muhafızlar, ‘kanunlara bağlılık’ yemini eder ve hem Andor’da düzenin bekçileri olarak hizmet ederler. Bu muhafızlar Kuzgun İmparatorluklarında bile büyük saygı görüyorlar. Hatta Kuzgun İmparatorluğu görevlileri, muhafızların onların topraklarında yetkileri olmasa bile yardımcı olur.”

Amir, kısa bir duraksamadan sonra alçak bir sesle ekledi: “Sadece onlardan birinin peşinde olmaması için dua et.”

Gözlem odasındaki görevli, kafeteryada devam eden eğlenceyi ve hücreleri izlerken daha dikkatli oldu. Kendisi gibi basit bir güvenlik görevlisini kimse umursamazdı ama fazla dikkat göz de çıkarmazdı.

Suma akşam olduğunda, göz ucuyla monitörden tekrar hücreyi kontrol etti. Hücredeki kişinin uyuduğuna kanaat getirdiğinde güvenlik görevlilerinden ayrılıp, ona birkaç günlük yatak sağladıkları yatakhaneye geçti. Yatağa uzanıp hemen uykuya geçti. 

**Tel’aran’rhiod, İki Nehir, Muhafız Mahzenleri**

Sumra, gözlerini kapattığı anda dünya karanlığa büründü ve bir an sonra kendini Tel’aran’rhiod’da buldu. Rüya Dünyası her zamanki sessizliğini koruyordu, ama Sumra burada huzur değil, bir gerginlik hissediyordu. Büyük sıçramalarla İki Nehir’e, muhafızların merkezine varmak yalnızca birkaç nefeslik zaman aldı. Tilki Yüzüğü, Sumra’yı Düş Gezgini olmadan Tel’aran’rhiod’a girmesini sağlamıştı. Bu, yüzüğün gizli özelliklerinden biriydi; Tilki Yüzüğü, sadece muhafızlar tarafından bilinen üç ayrı örgüden oluşuyordu.

Yüzüğün iç içe geçmiş örgüleri farklı metallerden yapılmıştı ve her biri özel bir amaç taşıyordu. Bakır örgü, muhafızları hem Tek Güç’ten hem de Gerçek Güç’ten korurdu. Gerçek Güç’ün artık kullanılmadığı düşünülse de, bu korunma özelliği hâlâ yüzüğün önemli bir sırrıydı. Altın örgü, muhafızların Tel’aran’rhiod’a, yani Rüya Dünyası’na Düş Gezgini olmadan girmelerine olanak sağlıyordu. Gümüş örgü ise onları İki Nehir’in altında, sadece muhafızların girebildiği mahzene girmek için bir anahtardı. Bu mahzen, Üçüncü Çağ’ın sonunda Perrin Aybara tarafından kullanılan Düş Çubuğu’nun yerleştirildiği, muhafızların en büyük sırlarını sakladıkları bir yerdi.

Sumra, son birkaç gündür mülteci kampındaki yolsuzluk iddialarını doğrulamak için kampta bulunuyordu. Yöneticinin mültecilere yemek vermediği, onların değerli eşyalarına el koyduğu, yiyecek karşılığında para topladığına dair casuslarından bilgi almıştı. Planı, her şeyi kendi gözleriyle görmek ve yöneticiye karşı kanıt topladıktan sonra onu tutuklamaktı. Diğer muhafız arkadaşları bu durumu biliyordu, ancak henüz harekete geçmemişti. Fakat yüzüğünde hissettiği beklenmedik titreşim bu tutuklamayı geciktirmesine neden olmuştu.

Sumra, düşüncelerinde İki Nehir’in altındaki mahzene odaklandı ve birkaç adım sonra oradaydı. Mahzene adım atarken, loş ışıkların altında üç siluet belirginleşti. Bilpas, her zamanki gibi karanlık gözleriyle duvara yaslanmıştı. Ersene, ince ama güçlü yapısıyla sessizce bekliyordu. Serrin, savaşçı duruşuyla oradayd. Üstünde her Tel’aran’rhiod’da olduğu zaman seçtiği, mavi işlemeli, savaşçı takaması vardı. Bu takaması Malkier’li babasından miras kalsada, inatçılığını bir Aiel bilgini olan annesinden almıştı. Sol yanağındaki derin yara izi, onun inatçı ruhunu yansıtıyordu. Bu izi oluştuğu zaman şifa ile tedavi ettirebilirdi ancak onur nişanı olarak taşımayı seçmişti. O, Sumra’nın çocukluk arkadaşı, mızrağın kızı ve dövüş antrenmanlarında onu yenebilen tek kişiydi.

Sumra’nın adımları yankılandığında, muhafızların bakışları ona döndü. Serrin, yüzünde hafif bir gülümseme ile konuştu. “Yine geç kaldın Sumra, çağrı gönderiyorsun ama hızıma yetişemiyorsun. Her zamanki gibi…” diye alay etti.

Sumra hafifçe omuz silkti. “Hızlı olmaktansa hazırlıklı olmak gerek,” dedi, ardından ciddi bir ifadeyle ekledi, “Bu gece buradayız çünkü önemli bir şeyler oluyor. Tilki hareketleniyor.”

Bilpas, kaşlarını çatarak ona döndü. “Tilki Yüzüğünde bir şey mi hissettin?” diye sordu.

Sumra başını salladı, kaşları çatık bir halde konuştu. “Evet. Bir titreşim hissettim. Bu şimdiye kadar hiç olmamıştı. Neden bilmiyorum. Ama normal değil. Yüzüğün böyle bir tepki vermesi tuhaf. Ayrıca burada tutuklu bir oğlan var ve neden bilmiyorum olayların onun çevresinde döndüğünü hissediyorum. Bu oğlan bir taveren olabilir”

Serrin’in yüzündeki alaycı gülümseme silindi ve ciddiyetle Sumra’ya baktı. “Her zaman atalarımız bizi Tilkinin hareketlenmesine karşı uyardı ama yüzüğün böyle bir şey yaptığını bugüne kadar hiç duymamıştım. Tek Güç ya da Gerçek Güç, fark etmez. Yüzüğün verdiği tepkiler net olmalıdır.”

Ersene, bir adım ileri çıkarak Sumra’ya yaklaştı. “Belki bir şeyler değişiyor. Hayat her zaman sabit kalmaz, ama bu değişimler her zaman iyiye işaret değildir. Eğer yüzük bu kadar güçlü bir tepki veriyorsa, dünyada da bir şeyler oluyor olabilir.”

Sumra derin bir nefes aldı. “Bunun sebebini bulmalıyız. Eğer bir şeyler değişiyorsa, bu bizim için sadece bir uyarı olabilir. Gerçek dünyada olacakları tahmin etmeliyiz.”

Bilpas ileriye doğru bir adım attı, kararlı bir sesle konuştu. “O zaman harekete geçmeliyiz. Eğer bir oyunda yeni bir güç varsa, bunun ne olduğunu öğrenmemiz gerek. Tüm muhafızları uyarmalıyız.”

Sumra, Bilpas’ın söylediklerine başını sallayarak onay verdi. “Hepimiz buradayız. Ancak mülteci kampında topladığım bilgiler ışığında dikkatli olmalıyız. Yöneticiyi tutuklamak için beklemem gerekecek, çünkü bu titreşim daha büyük bir sorun olabilir.”

Serrin’in başını sallayarak sordu: “Yardım lazım mı? Şu an bir iş üzerinde değilim. Yarın sabah orada olabilirim.”

“Gerek yok, acele hareket etmeyelim” diye cevapladı Sumra. “Şimdilik Ersene buraya çok yakın. Yarın akşama gelebilir. Vücudunla Tel’aran’rhiod’a girmeyi gerektirecek aciliyetimiz yok. Güvenlik görevlileri arasında bağlantım var, casusum da mültecilerin arasında. Bir plan yapmamız gerekiyor.

Dört muhafız, karanlık mahzenin derinliklerinde,olaylarla yüzleşmeye hazırlanırken planlarını şekillendirdi. Sumra normal uykusuna geri döndüğünde bir kaç saat geçmişti.

–Birinci Bölümün Sonu–